Bugüne kadar pek çok defa polisiye film, dizi ve kitaplarla tekrar tekrar uyarlanan Sherlock Holmes, ona tahammül edebilen tek arkadaşıyla karanlık vakaları aydınlattı. Peki, bu ünlü dedektif nasıl ortaya çıktı ve nasıl yeniden dirildi? II. Abdülhamid ile hayatları nasıl kesişti? Conan Doyle, hangi ünlü yazarın kayboluşunu araştırdı? Polisiye romanların en ünlü dedektiflerinden biri olan Sherlock Holmes karakterinin ortaya çıkışı ve ilk popüler olduğu zamanları inceleyelim.
Bir Doktorun Polisiyesi
Dedektifimizi tanımadan önce, onun yazarını genel olarak ele alalım. Sir Arthur Conan Doyle, 22 Mayıs 1859’da İskoçya’nın başkenti Edinburgh’da, İngiliz bir baba olan Charles Altamont ve İrlandalı bir anne olan Mary Foley’in çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası bir çizer olan Conan Doyle, Edinburgh Üniversitesi’nde tıp okurken hikayeler yazmaya başladı ve bu hikayeler yavaş yavaş yayımlanmaya başladı. İlk hikayesi Chambers’s Edinburgh Journal isimli dergide yayımlandı. Bir süre gemilerde doktor olarak çalıştıktan sonra Portsmouth’ta bir muayenehane açtı, ancak başarılı olamadı. Hayatının ilerleyen dönemlerinde Londra’da göz hastalıkları uzmanı olarak bir muayenehane açtı, fakat yazmaktan uzak duramadı. Boş zamanlarında hikayeler yazmaya devam etti ve savaşlarla ilgili yazılar yayımladı. 1902’de bu yazılar vesilesiyle şövalye (Sir) unvanını aldı. İlk eşini veremden kaybeden Doyle, 7 Temmuz 1930’da evinin bahçesinde kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Son sözleri, karısına “Sen harikasın” demek oldu. Sherlock Holmes ise hala yaşıyor.
Sherlock Holmes Gazetede
1887 yılında Beeton’s Christmas Annual’da dedektifin ilk hikayesi ‘A Study in Scarlet’ (Kızıl Dosya) yayımlandı. Hikayeciliğin hafiyesi olarak Sherlock Holmes karakterinin ortaya çıkışı ilk kez bu şekilde gerçekleşti. Okurlar, Sherlock Holmes ile ilk kez bu hikayede tanıştılar ve onun zekasına, dikkatine ve benzersiz dedektiflik yeteneklerine hayran kaldılar. Bu hikaye, Holmes’un sadık arkadaşı Dr. John Watson ile olan ortaklığının başlangıcını da anlatıyordu. 1888 yılında, ‘A Study in Scarlet’ aynı isimle kitap olarak basıldı ve daha geniş bir kitleye ulaştı.
Sherlock Holmes’un popülerliği hızla arttı ve 1891’de Conan Doyle, Strand Dergisi ile bir anlaşma yaptı. Bu dergide Sherlock Holmes’un yeni maceraları tefrika halinde yayımlanmaya başladı. Strand Dergisi’nde yayımlanan hikayeler arasında ‘The Adventures of Sherlock Holmes’ ve ‘The Memoirs of Sherlock Holmes’ gibi birçok ikonik öykü yer aldı. Bu dönem, Holmes’un ününün katlanarak arttığı ve dedektiflik hikayelerine olan ilginin zirveye ulaştığı zamanlardı. Holmes, sadece bir edebi karakter olmaktan çıkarak, birçok insan için gerçek bir figür haline geldi ve Conan Doyle’un yaratıcı dehasını tüm dünyaya tanıttı.
Karakterin Ortaya Çıkışı
Yazarın üniversitedeki hocası Dr. Joseph Bell, Sherlock Holmes’un ortaya çıkışının ana ilham kaynağıydı. Dr. Bell, hastaların belirtilerinden yola çıkarak hızlı ve doğru teşhisler koyabilen yetenekli bir gözlemciydi. Sherlock Holmes’un kullandığı dedektiflik yöntemleri, Dr. Bell’in uyguladığı bu dikkatli ve analitik gözlem tarzına çok benziyordu. Conan Doyle, Dr. Bell’in bu yeteneklerinden etkilenerek Sherlock Holmes karakterini oluşturdu.
Conan Doyle’un hikayelerini yazmaya başlamasına iten bir diğer etken ise Edgar Allan Poe’nun C. Auguste Dupin karakteriydi. Poe’nun yarattığı Dupin, mantık yürütme ve çözümleme yetenekleriyle dikkat çeken ilk kurgu dedektiflerden biriydi ve Conan Doyle, bu karakterden ilham alarak Holmes’u geliştirdi.
Conan Doyle, birçok farklı türde kitap yazmasına rağmen, hem edebi kariyerinde hem de polisiye roman türünde Sherlock Holmes karakteri ile zirveye ulaştı. Holmes’un popüler olmasında dönemin bilim anlayışında meydana gelen yeni gelişmelerin büyük etkisi vardı. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, bilimsel yöntemler ve teknolojik yenilikler hızla gelişiyordu. İnsanlar, suçların çözümünde bilimsel metotların kullanıldığı hikayelere büyük ilgi duyuyorlardı.
Ayrıca, dönemin çözülememiş seri katil davaları da halkın ilgisini cezbediyordu. Örneğin, Londra’da 1888’de meydana gelen ve hala çözülemeyen ‘Karındeşen Jack’ vakası, insanları suç ve adalet konularına daha duyarlı hale getirmişti. Bu bağlamda, bilimsel yöntemlerle suçları çözen bir dedektifin hikayeleri, okurlar tarafından merakla takip ediliyordu. Sherlock Holmes’un mantıklı ve akılcı yaklaşımları, halkın bu tür hikayelere olan açlığını doyuruyordu.
Holmes’un Düşünce Yapısı
Holmes’un kullandığı yöntemler, aslında bilimin temel araştırma yöntemleridir. Bu yöntem, gözlemler sonucunda elde edilen verilerden hipotezler üreterek ve bu hipotezlerin doğruluğunu test ederek sonuca ulaşma prensibine dayanır. Eğer mantıklı bir sonuca ulaşılamazsa, tekrar veriler incelenir ve yeni hipotezler üretilir. Sherlock Holmes’un düşünce yapısı, aslında beynimizin sahip olduğu birçok potansiyeli kullanmayı öğrenmektir.
Holmes’un yöntemlerindeki en önemli ayrıntı, bilgileri ‘çatı katı teorisi’ olarak adlandırdığı şekilde depolayabilme yeteneğidir. Bu teoriye göre, zihin bir çatı katı gibi düşünülmeli ve sadece önemli bilgiler bu alanda saklanmalıdır. Gereksiz bilgiler ise dışarıda bırakılmalıdır. Holmes, kişisel sorunlar, ruh hali, duygular veya olayda yer alan kişilerin bilinen özellikleri, karakterleri ve hayatlarındaki sıfatlar gibi birçok yan etkinin, ön yargıya yol açabileceğini fark eder. Bu nedenle, Sherlock bu tür dış etkenlerden tamamen bağımsız olarak, basit gözlem ve sade düşünme ile mantıklı sonuçlara ulaşır.
Sherlock Holmes’un yaklaşımı, bilgi bizi hem yanlışa hem de gerçeğe götürebilir gerçeğini kabul eder. Bu yüzden, tecrübelerimizi peşin hüküm vermek için değil, doğru çıkarımlar yapmak için kullanmalıyız. Holmes’un yöntemlerinde mantığın önemi büyüktür; doğru ve objektif gözlemler, tarafsız analizler ve deneysel doğrulamalar sayesinde en karmaşık vakalarda bile net sonuçlara ulaşır.
Bu yöntem, bilimsel düşüncenin ve analitik zekanın bir modelidir. Holmes, olayları değerlendirirken her türlü önyargıdan arınmış bir şekilde, yalnızca nesnel verilere ve mantıklı çıkarımlara dayanarak hareket eder. Böylece, kişisel duygularının ve önyargılarının sonuçları etkilemesine izin vermeden, en doğru sonuca ulaşabilir. Holmes’un bu yaklaşımı, bilimsel yöntemin ve analitik düşüncenin gücünü ve önemini vurgular.
İsmi, Şapkası, Piposu ve Kemanı
Sherlock Holmes’un ilk ismi başlangıçta Sheridan Hope veya Sherringford Hope idi. Ancak, Conan Doyle’un eşi Louisa bu ismi beğenmedi ve yazar da karakterin adını değiştirdi. İlk hikaye olan ‘Kızıl Dosya’da (A Study in Scarlet) başka bir karakterin ismi olarak Jefferson Hope’u kullandı. Sherlock Holmes’un nihai ismini bulurken, Conan Doyle, en sevdiği kemancı Alfred Sherlock ve hukukçu olup aynı zamanda kriminal psikoloji kitapları da yazan Oliver Wendell Holmes’un soyadlarını birleştirdi. Bu sayede, başlangıçta düşündüğü isme benzer bir isim oluşturmuş oldu. Böylece, Sherlock’un keman sevgisi de adının kaynağından gelmiş oldu.
Sherlock Holmes, asıl görüneni gün yüzüne çıkarma becerisine sahip, her zaman şık bir beyefendi olarak tanınırdı. Bu imajın kaynağı ise dönemin illüstratörlerinden Sidney Paget’ın çizimleriydi. Paget, Holmes’u çizimlerinde daima özenli giyimli ve zarif bir şekilde tasvir etti. Bir hikayede avcı şapkası eklemesi, Sherlock’u bu şapkayla özdeşleştirdi. Bu çizimler, Sherlock Holmes’un şapka, pipo ve büyüteç gibi ikonik aksesuarlarla tanınmasına büyük katkı sağladı.
Sidney Paget’ın çizimleri, Sherlock Holmes karakterinin halk arasında nasıl algılandığını ve hatırlandığını derinden etkiledi. O kadar ki, şapka, pipo ve büyüteç imgelerini görür görmez aklımıza hemen Sherlock Holmes geliyor. Holmes’un ince detayları gözlemleme ve mantıklı sonuçlara ulaşma yetenekleri, sadece edebi bir kahraman olarak değil, aynı zamanda dönemin en iyi dedektifi olarak algılanmasını sağladı. Çizimlerin bu kadar etkili olması, Conan Doyle’un yazılarının yanı sıra, Holmes’un popüler kültürde kalıcı bir ikon haline gelmesine yardımcı oldu.
Sherlock Holmes’un karakterinin şekillenmesinde, hem adının seçimi hem de görsel tasvirleri önemli rol oynadı. Bu unsurlar, Holmes’un hem zeki bir dedektif hem de kültürel bir ikon olarak kalıcı olmasını sağladı.
Doyle Holmes’u Öldürdü
1893 yılında yayımlanan ‘The Final Problem’ (Son Vaka) adlı hikayede, Sherlock Holmes ve baş düşmanı Profesör James Moriarty, Reichenbach Şelaleleri’nde ölümcül bir mücadeleye girişirler ve birlikte şelaleden düşerek öldükleri ima edilir. Conan Doyle, Holmes karakterini öldürerek hikayeyi sonlandırmayı amaçladı. Yazar, tarih gibi daha ciddi konularda ve farklı türlerde romanlar yazmak istiyordu. Ancak, halkın tepkisi sert oldu. Sherlock Holmes’un ölümü, büyük bir hayran kitlesi tarafından büyük bir üzüntü ve öfkeyle karşılandı.
Sherlock Holmes fanatikleri, Conan Doyle’a resmen ‘katil’ damgası vurdular. Londra’da yazarın evinin önünde toplanan kalabalık, Holmes’un geri dönmesi için protestolar düzenledi. Halkın ve yayınevlerinin baskısı, Conan Doyle’u yeniden Holmes hikayeleri yazmaya zorladı.
Böylece, 1903 yılında yayımlanan ‘The Adventure of the Empty House’ (Boş Ev) adlı hikaye ile Sherlock Holmes geri döndü. Hikayede, Holmes’un aslında Moriarty’nin saldırısından kurtulduğu ve düşmanlarından saklanmak için ölmüş gibi yaptığı ortaya çıkar. Bu dönüş, hayranları arasında büyük bir coşku yarattı ve Holmes’un maceraları kaldığı yerden devam etti.
Arthur Conan Doyle, Sherlock Holmes’un geri dönüşüyle birlikte polisiye türünde yazmaya devam etti. Yazarın kaleminden çıkan Sherlock Holmes maceraları, toplamda 56 kısa hikaye ve 4 roman olarak yayımlandı. Bu eserler arasında ‘The Hound of the Baskervilles’ (Baskerville’lerin Köpeği) ve ‘The Sign of the Four’ (Dörtlerin Yemini) gibi önemli romanlar da yer aldı. Holmes’un maceraları, analitik düşünce ve bilimsel yöntemlerin edebi dünyada nasıl etkili bir şekilde kullanılabileceğinin mükemmel örneklerini sunarak, polisiye türünün gelişimine büyük katkı sağladı.
Holmes’un geri dönüşü, Conan Doyle’un kariyerinde yeni bir dönemi başlattı ve Sherlock Holmes, edebiyat dünyasında ölümsüz bir karakter olarak yerini aldı. Bugün bile, Sherlock Holmes’un hikayeleri dünya çapında okunmakta ve çeşitli medya uyarlamalarıyla yaşamaya devam etmektedir.
Dr. Watson İmzası
Dr. John H. Watson, Sherlock Holmes hikayelerinin kilit noktalarından biridir. Sherlock Holmes’un maceralarını onun perspektifinden dinlemek, okuyuculara olayları sıradan bir insanın gözünden görme imkanı sağlar. Watson, Sherlock’a sorduğu sorular ve yapılan açıklamalarla hikayelerin en önemli anlarını aydınlatır. Holmes’un aksine, daha duygusal ve insancıl bir bakış açısına sahiptir. Bu zıtlık, Holmes’un dehasını ve mantık yürütme becerilerini daha belirgin hale getirir. Watson ve Holmes, farklı karakter özelliklerine rağmen daima dostluklarını sürdürmüşlerdir.
Watson, hem doktor hem anlatıcı hem de yazardır. Hikayeleri genellikle Watson’ın anlatımıyla okuruz, bu da karakterlere ve olaylara daha derin bir bağ kurmamızı sağlar. Watson, gerçek hayatta Conan Doyle’un üniversitedeki hocası Dr. Joseph Bell’e benzettiği Sherlock Holmes’un yanında, kendisinin de bir yansımasıdır. Conan Doyle, Holmes karakterini Dr. Bell’den esinlenerek oluştururken, Watson karakterini de kendisine benzetmiştir. Bu nedenle, Watson ve Holmes arasındaki konuşma şekillerinin gerçekte yaşanmış olabileceği düşüncesi doğar.
Conan Doyle’un, Watson karakterini daha çok sevdiği ve benimsediği o kadar açıktır ki, bazı kaynaklara göre kitaplarını Dr. Watson olarak imzaladığı bilgisi vardır. Watson’ın, Conan Doyle’un kendisiyle olan bu benzerliği, okuyucuların hikayeleri daha gerçekçi ve samimi bulmalarına neden olmuştur.
Watson’ın rolü, sadece bir anlatıcı ve doktor olarak değil, aynı zamanda Holmes’un en yakın arkadaşı ve destekçisi olarak da önemlidir. Onun duygusal derinliği, insancıl tepkileri ve sadakati, Holmes’un mantıklı ve soğukkanlı yapısıyla mükemmel bir denge oluşturur. Bu dinamik, Sherlock Holmes hikayelerinin hem edebi değerini hem de popülerliğini artırmıştır.
Hikayelerin Yazarla Benzerlikleri
Doyle, kendi hayatında da siyasi ve kriminal olaylardan uzak duramadı. Ünlü ve önemli davalar da dahil olmak üzere birçok polisiye soruşturmaya katıldı. Bu davalardan biri de ünlü yazar Agatha Christie’nin kaybolmasıyla ilgiliydi. Doyle, Christie’nin kaybolduğu dönemde olayı çözmek için medyumik yetenekleri olan birini bile devreye sokmuştu, ancak Christie, on bir gün sonra kendiliğinden ortaya çıktı.
Sherlock Holmes gibi, Conan Doyle da sporla ilgileniyordu. Holmes’un eskrim ve dövüş sporlarındaki becerileri gibi, Doyle da çeşitli spor dallarında aktifti. Kayak, boks, golf ve kriket gibi sporlarla ilgilendi ve amatör bir kriket takımının hem kurucularından hem de oyuncularındandı. Doyle’un sporla olan bu yoğun ilgisi, onun fiziksel zindeliğini ve enerjisini korumasına yardımcı oldu.
Doyle’un kişisel hayatında, Sherlock Holmes ve Dr. Watson’ın zıt özelliklerine rağmen dost olmaları gibi, kendisi de zıt özelliklere sahip kişilerle güçlü dostluklar kurdu. Bu dostluklardan biri, ünlü sihirbaz Harry Houdini ile olan arkadaşlığıydı. Houdini, doğaüstü güçlerin varlığına inanmazken, Doyle, medyumluk ve ruhçuluk gibi konulara derin bir inanç besliyordu. Bu farklılıklarına rağmen, ikili uzun süre dost kaldılar ve birbirlerinin yeteneklerine büyük saygı duydular.
Doyle’un hayatı, sadece edebi başarılarıyla değil, aynı zamanda geniş ilgi alanları ve güçlü dostluklarıyla da dikkat çekiciydi. Kriminal olaylara olan ilgisi ve aktif spor hayatı, onun dinamik ve çok yönlü bir kişiliğe sahip olduğunu gösterir. Sherlock Holmes ve Dr. Watson’ın hikayelerindeki derinlik ve gerçekçilik, Doyle’un kendi hayatından esinlenmelerle daha da zenginleşmiştir.
Doyle ve Sihirbazın Arkadaşlığı
Bilimsel bir karakter yaratmasına rağmen, Conan Doyle’un doğaüstü güçlere olan inancı oldukça güçlüydü. Her zaman Sherlock Holmes’un katı ve sert biri olduğunu düşünüyordu ve hatta onunla anılmak istemiyordu. Doyle’un ruhçulukla ilgili düşünceleri, tamamen mantık ilkelerine dayanan ve tahmin etmeyi bile sevmeyen Sherlock Holmes karakterine ters düşüyordu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında oğlunu ve kardeşini kaybetmesinin ardından, Doyle’un spiritüel düşüncelere olan inancı daha da güçlendi. Bu dönemde, Macar asıllı Amerikalı illüzyonist Harry Houdini ile arkadaşlık kurdu. Houdini, kelepçelerden ve kilitlerden kurtulma numaralarıyla ünlü bir sihirbazdı. Ancak Doyle’un spiritüalizme olan inancına rağmen, Houdini sahte medyumları ve sahtekarlıkları ortaya çıkarmaya çalışan biri olarak tanınıyordu. Houdini, Doyle’u bu inançlarından vazgeçirmeye çalıştı fakat başarılı olamadı. Doyle, arkadaşlıkları boyunca Houdini’nin gerçek bir sihir gücüne sahip olduğuna inandı.
Doyle’un doğaüstü güçlere olan inancı, onun Sherlock Holmes ile olan ilişkisinde de bir çatışma yarattı. Holmes’un keskin mantığı ve bilimsel yaklaşımı, Doyle’un ruhçuluk ve spiritüalizme olan ilgisiyle tezat oluşturuyordu. Bu tezatlık, Doyle’un yazılarındaki derinlik ve karmaşıklığı artırdı. Doyle, Holmes karakteriyle anılmak istemese de, onun bilimsel yaklaşımı ve dedektiflik yöntemleri, Doyle’un kişisel inançları ve hayat tecrübeleriyle zenginleştirilmiş bir dünyada var oldu.
Conan Doyle’un spiritüalizme olan inancı, onu sadece edebi bir yazar olarak değil, aynı zamanda dönemin popüler kültür ve düşünce dünyasında etkili bir figür haline getirdi. Harry Houdini ile olan dostluğu, iki zıt düşünce tarzının bir arada nasıl var olabileceğinin ve birbirlerine saygı duyabileceklerinin bir örneğiydi. Doyle’un hayatındaki bu zıtlıklar, onun eserlerine de yansıyıp, karakterlerine ve hikayelerine derinlik kattı.
II. Abdülhamid ve Sherlock Holmes
II. Abdülhamid’in polisiye romanlara olan ilgisi, Sherlock Holmes’un hikayelerinin hayranlarından biri olmasını sağladı. Padişah, bu tür romanları çok seviyordu ve Holmes’un maceralarını özellikle beğeniyordu. Hikayeleri hemen çevirtir ve kendi diline kazandırırdı. Bir gün, Sultan II. Abdülhamid’in favori yazarlarından biri olan Sir Arthur Conan Doyle’un “Boş Ev” adlı hikayesini tercüme ettirmek için bir çevirmen tuttu. Padişah, hikayeyi çok beğendi ve yazarın diğer eserlerinin de tercüme edilmesini istedi. Böylece, Sherlock Holmes hikayeleri, II. Abdülhamid’in kütüphanesinde yerini aldı.
1907 yılında Conan Doyle ve eşi İstanbul’a geldiğinde, II. Abdülhamid yazarı büyük bir onur nişanı olan Mecidiye Nişanı ile ödüllendirdi ve eşine de Şefkat Nişanı verdi. Bu, yazarın Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük bir saygı gördüğünün bir işaretiydi.
Bu ilginç ilişki, 1911 yılında Yervant Odyan tarafından “Abdülhamid ve Sherlock Holmes” adlı bir polisiye romanın yazılmasına ilham verdi. Bu roman, II. Abdülhamid’in ve Sherlock Holmes’un kurgusal bir buluşmasını anlatıyordu. Bu olaylar, dönemin edebi ve siyasi atmosferine ilginç bir bakış sunuyor ve II. Abdülhamid’in kültürel etkisinin polisiye edebiyata nasıl yansıdığını gösteriyor.