Tarih boyunca, bilim adına bazı karanlık deneyler gerçekleştirilmiştir. Popüler kültürde sıkça karşılaştığımız çılgın bilim adamı imgesi, genellikle kötü niyetli bir karakteri işaret eder. Ancak gerçek hayatta, bilim genellikle hayat kurtarırken, bazı bilim insanları sonuçları elde etmek için korkunç suçlar işleyebilirler.
Bunlar, bazen etik hatalardan kaynaklanan, insanların doğru yaptıklarına ikna oldukları muhakeme hataları olabilir. Diğer zamanlarda ise, saf kötülüğün bir yansıması olabilirler. İşte insan denekler üzerinde gerçekleştirilen tarihteki en karanlık ve korkunç deneyler.
Josef Mengele’nin Çalışmaları
Josef Mengele, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’nın Auschwitz toplama kampında çalışan bir doktordu. Mengele, insan deneyleri yapmak ve Nazi ırk ideolojisinin uygulanmasına katkıda bulunmak amacıyla çeşitli deneyler gerçekleştirdi. Bu deneyler, insanlık dışı ve ahlaki açıdan kabul edilemezdi.
Mengele’nin en korkunç deneylerinden biri, ikiz çocuklar üzerinde yaptığı deneylerdir. İkizlerin genetik yapılarını anlamak ve ırk teorisine dayalı olarak “üstün” bir Alman ırkı yaratmaya yönelik araştırmalar yaptı. Bu deneyler, çocukların acı çekmesine ve ölmesine neden oldu.
Ayrıca, Mengele’nin diğer deneyleri arasında organ nakli çalışmaları, cinsiyet değiştirme operasyonları, zorla kısırlaştırma ve tüberküloz, sıtma gibi hastalıkların tedavi yöntemlerini test etme gibi insanlık dışı uygulamalar bulunmaktadır.
Mengele’nin deneyleri, Nazi rejiminin dehşet verici ve insana saygısızca uygulamalarının bir parçasıydı. Bu deneyler, insanlık tarihindeki en karanlık ve utanç verici olaylardan biri olarak kaydedilmiştir.
MK Ultra Projesi
MK Ultra, Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) tarafından yürütülen ve zihinsel kontrol ve beyin yıkama tekniklerini araştırdığı bir gizli proje idi. Proje, Soğuk Savaş döneminde, özellikle de Kore ve Vietnam savaşlarının ardından, Sovyetler Birliği ve komünist rejimlerin propagandasına karşı etkili bir karşı önlem olarak başlatıldı.
MK Ultra’nın amacı, sorgulama ve bilgi alma gibi faaliyetlerde kullanılabilecek potansiyel “beyin kontrolü” tekniklerini geliştirmekti. Proje kapsamında, uyuşturucular, hipnoz, psikolojik manipülasyon ve diğer yöntemler kullanılarak insan denekler üzerinde çeşitli deneyler gerçekleştirildi.
MK Ultra’nın en tartışmalı yönlerinden biri, deneylerin bazen gönüllü olmayan katılımcılar üzerinde gerçekleştirilmiş olmasıydı. Özellikle hapishane mahkumları, akıl hastaları ve bilinçsiz gönüllüler gibi savunmasız gruplar, deneylerde kullanılan kişiler arasındaydı.
Projenin faaliyetleri ve etik dışı uygulamaları, kamuoyunun dikkatini çektiği zamanlar ortaya çıktı ve 1970’lerin başlarında medyada geniş yer buldu. CIA, MK Ultra’nın varlığını ve faaliyetlerini kabul etti ve özür diledi. Ancak, projenin tam kapsamı hala tam olarak bilinmemektedir ve bazı detaylar gizli kalmıştır.
MK Ultra, insan deneyleri tarihindeki en tartışmalı ve karanlık konulardan biri olarak kalmıştır ve etik dışı uygulamaların bir örneği olarak hatırlanmaktadır.
Henry Cotton’un Deneyleri
Henry Cotton, 20. yüzyılın başlarında ABD’de bulunan Trenton State Hastanesi’nin başkanıydı ve psikiyatrik hastalıkların fiziksel nedenlerini keşfetmeye çalışan bir doktordu. Ancak, Cotton’un yöntemleri günümüz standartlarına göre oldukça etik dışı ve insanlık dışı olarak kabul edilmektedir.
Cotton, psikiyatrik hastalıkların kökenlerini vücuttaki enfeksiyonlara dayandırdı ve bu nedenle hastaların bedenlerinden bu enfeksiyonları temizlemeye çalıştı. Bu nedenle, akıl hastalarını ameliyat etti ve genellikle bağırsaklar, dişler, bademcikler gibi organları çıkardı. Ameliyatlar genellikle gereksiz ve acı vericiydi ve birçok hasta bu işlemler sonucu hayatını kaybetti.
Cotton’un yöntemleri modern tıp ve etik standartlarına uygun değildi ve zamanla eleştiri aldı. Ancak, döneminde, psikiyatri alanında fiziksel nedenlerin keşfi için büyük bir ilgi vardı ve Cotton’un yöntemleri başlangıçta bir dereceye kadar kabul gördü.
Günümüzde, Henry Cotton’un deneyleri, tıbbi etik ve insan hakları açısından büyük bir utanç kaynağı olarak görülür. Bu deneyler, tıbbın ve psikiyatriğin geçmişteki karanlık yanlarını gösteren önemli bir örnektir.
Std Deneyleri
“STD Deneyleri” terimi genellikle tıp tarihindeki etik dışı ve insanlık dışı deneyleri ifade etmek için kullanılır. Özellikle 20. yüzyılın başlarında, cinsel yolla bulaşan hastalıkların (STD’lerin) tedavisi ve yayılmasını kontrol etme çabaları kapsamında bir dizi deney yapılmıştır.
En ünlü örneklerden biri, ABD’de 1930’larda başlayan Tuskegee Sifiliz Deneyi’dir. Bu deney, sifiliz hastalığının doğal seyrini gözlemlemek amacıyla, Alabama’da siyah Amerikalı erkekler üzerinde yapıldı. Ancak, deney katılımcılarına hastalıkları hakkında bilgi verilmedi ve uygun tedavilerden mahrum bırakıldılar. Bu deney, ahlaki açıdan kabul edilemez olduğu kabul edilen ve tıp tarihinde kara bir leke olarak görülen bir örnektir.
Benzer şekilde, Guatemala STD Deneyleri de 1940’ların ve 1950’lerin Guatemala’sında yapıldı. Amerikalı araştırmacılar, cinsel yolla bulaşan hastalıkların tedavisini test etmek için Guatemalalı mahkumlar ve fahişeler üzerinde deneyler yaptı. Bu deneylerde de katılımcılara gerekli bilgi verilmedi ve rızaları alınmadı.
Bu deneyler, tıbbi etiğe ve insan haklarına saygı göstermeyen, bilimsel olarak anlamlı sonuçlar üretmekten çok, insanların zarar görmesine neden olan çalışmalardır. Günümüzde, bu tür deneylerin yapılmaması ve bilimsel araştırmalarda katılımcıların haklarına saygı duyulması için uluslararası standartlar ve etik kurallar belirlenmiştir.
Hoflin Deneyi
1966’da Charles K. Hofling tarafından gerçekleştirilen bu deney, genellikle “Hofling Otoriteye İtaat Deneyi” olarak bilinir. Deney, otorite figürlerine karşı insanların nasıl tepki vereceğini anlamak amacıyla yapıldı ve psikoloji literatüründe önemli bir yere sahiptir.
Hofling’in deneyi, 1966’da gerçekleşti ve deneydeki ana amaç, hemşirelerin doktorların emirlerini ne ölçüde sorguladıklarını test etmekti. Deneyde, bir psikiyatrik hastaneye atanan hemşirelere, tanımlanmış bir emir seti içeren sahte bir doktor tarafından telefon edildi. Emirlerden biri, normalde hastalara verilmemesi gereken yüksek bir dozda ilaç vermeyi içeriyordu. Ancak, gerçekte bu ilaçlar yerine plasebo kullanıldı.
Sonuçlar oldukça çarpıcıydı. Hofling’in deneyi, çoğu hemşirenin doktorun emirlerine itaat ettiğini, etik veya prosedür kurallarını sorgulamadan uyguladığını gösterdi. Bu deney, otoriteye itaatin insan davranışı üzerindeki güçlü etkisini vurgulamak için sık sık kullanılan bir örnektir.
Ancak, deneyin etik açıdan tartışmalı olduğu ve bugünün standartlarına göre kabul edilemez olduğu da belirtilmelidir. Katılımcıların rızası alınmadan manipüle edilmesi ve etik kuralların ihlal edilmesi gibi sorunlar, deneyin eleştirilen yönleridir. Ancak, deneyin sonuçları, otorite figürlerine olan itaatin insan davranışını nasıl etkileyebileceği konusunda önemli bir anlayış sağlamıştır.